Geçenlerde bir arkadaşımla birlikte, birlikteyken yaşadığımız bir durum üzerinden bir eylemin doğruluğu ve yanlışlığı üzerine konuşmaya başladık. Muhabbetimizin ilk kısımlarında, eylemin doğruluğunu, bağlam içerisinde değerlendiriyor, o bağlamdaki tutumlarımıza örnekler vererek eylem karşısındaki değişken hissiyatlarımızı ele alıyorduk. Muhabbetimiz bir noktadan sonra kişisel hissiyatlarımızdan çıktı ve daha makro ölçekte bir tartışmaya evrildi. Artık eylemi, kendi bağlamımız üzerinden düşünmüyor, arkadaşımın tabiriyle bir çeşit “sosyolojik bir tespitle” o eylemin toplumsal konumunu tartışarak, kendi tutumlarımızı değerlendiriyorduk. İş böyle olunca huzursuzlanmaya başladım, çünkü bir türlü uzlaşmaya gitmiyorduk. Bunun nedeni de onun kafasındaki toplumsal imgeyle, benim kafamdaki örtüşmüyordu. O benim olumsuzlayarak yaklaştığım eylemi, toplumsal açıdan tabu olduğu için benim de o eylemi bir tabuymuş gibi algıladığımı düşündü. Haliyle ben onun gözünde, toplumsal açıdan tabu olan şeyi yeniden üreten birisiydim. Açıkçası ben eylemin doğruluğunu-yanlışlığını değerlendirirken, o eylemi savunma veya karşı çıkma nedenlerimin arasında tabu veya toplumsal olup-olmaması yoktu. Bir eylemin tabu olması veya olmaması, o eyleme karşı hislerimden yola çıkarak onu savunmam veya karşı çıkmam için bir neden değildi. Fakat arkadaşım, tabu olan bir şeyi -sanki ben de tabulaştırıyormuşum gibi- olumsuz eleştirdiğim için, kararımın toplumsal açıdan o eylemin tabu olmasından doğduğunu varsaydı. Ben onun gözünde, toplumsalın koşulladığı, pasif bir aktördüm, ki bir noktada bana “bir etnolog olarak bunları düşünmemiş olmana şaşırdım” dedi. Her ne kadar tartışmada neyin tabu neyin tabu olmadığının, neyin geleneksel neyin geleneksel olarak aktarılmadığının fikirlerimde bir etki etmediğini, ilgili eylem için kendi tutumlarımın geçmiş tecrübelerimdeki hislere dayandığını söylesem de kendimi dinletemedim. Üstüne üstlük bu durum karşısında soğukkanlılığımı koruyamayarak sinirlendiğim için de karşı tarafa sanki kendimi savunmak için çırpınıyormuşum imajı yarattım. Oysa ki belki de yapmam gereken şey -mütevazılıktan kurtularak- karşımdakinin olaylara yapısalcı yaklaştığını ve aslında -onun anladığı biçimiyle- toplum diye bir şeyin olmadığını söylemekti. Émile Durkheim’ı eleştiren Gabriel Tarde’nin çıkışı gibi birey olarak söylemlerimin “toplumsal olan” karşısında eritilmesine, indirgenmesine müsaade etmeyeceğimi belirtmeliydim. Fakat nasıl ki Türkiye akademisinde Durkheim, Tarde’ye nazaran daha çok benimsendi ve -üstüne üstlük yanlış da algılanarak-, social fact kavramı “dinamik bir gerçeklikten” ziyade “statik, değişmez bir gerçeklik” olarak algılandıysa, ben de onca çabama rağmen kendi fikirlerimi toplumsalın içinde eritmeye çalışan birisi olarak tanımlandım. Hatta arkadaşıma göre bunun da farkında değildim, çünkü bir etnolog olarak bunu araştırmamış ve üstüne düşünmemiştim.
Birey – Yapı Dikotomisi: Bireyin Failliği?
Şimdi gelelim, ben tartışmada neyi kastettim? Daha doğrusu, bizi uzlaştırmayan görüş ayrılıklarımız neydi? Bir kere çok temel bir konuda uzlaşamadığımızı düşünüyorum, o da birey ve yapı ilişkisinde. Arkadaşımın beni “yapı içerisindeki bir birey” olarak tanımlaması, sosyo-kültürel yapı ile benim fikirlerimin ayrı şeyler değil, yapının benim fikirlerimi kapsadığı fikrini savunduğu anlamına geliyor. Buna da kendi bağlamımızdan konuşurken, konuyu rahatlıkla genellemesine, kamusal olanla bizim örneğimizi aynı potada eriterek söylem üretmesinden anlıyorum. Bir şeyin bence yanlış olmasıyla sokakta kimi insanların aynı eylemi yanlış görmesi veya başka kişilerin tarihsel süreç içerisinde buna bugün benim gibi anlam yüklemesi, onun için aynı şeydi. Bu kritik bir hata. Bu tarihsel bir özcülüğe de kapı aralayan bir bakış açısı ki eylemler zamanın kendi özgül niteliği içerisinden ayrı düşünülmez. Heidegger’in Dasein kavramı da buraya oturur, varlık, ancak zamansal bağlama gebedir. Dasein’i bir bilgi nesnesi haline getirmek, yani zamanın bağlamından soyutlamak ve tümel bir önerme altında işlemek, onun ontolojik niteliğini de zedeler, o artık varolmayanın temsili haline gelir. Demek istediğim, benim kendi düşünce ve hislerimle tanımladığım bir eylemi, başka bir eylemle karşılaştırmak, bir kere ontolojik açıdan elma ile armutu karşılaştırmak gibidir. Bu da bireyin yapının içerisinde var olmadığı, birey ve yapının, ki böyle bir ayrım varsa, ayrı şeyler olduğudur. Ayrıca, neyin ayrı neyin birlikte olduğu da tartışmalıdır. Claude Levi-Strauss, yapısalcılığını inşa ederken, üç temel sacayağı üzerine kurar teorisini: Marksizm, dilbilim, psikanaliz. Marksist taraf, bir dikey hiyerarşik katman verir, alt-üst ilişkisi. Dilbilim, Saussureyen bir çizgide, gerçekliğin dilin içinde gizlendiği/var olduğu fikrini verir. Psikanalizde de Freud’un bilinçdışı kavramı ortaya çıkar. Böylece ortaya, toplum denen bir yapının, içerisinde varolan bireyleri koşulladığı, bireyler arası ilişkilerin dilsel bir gerçeklik gibi kendisini yapıda gösterdiği ve yapının derinliklerindeki dinamiğin, bilinçdışı kavramı gibi değişip-dönüştüğü iddiası ortaya çıkar. Arkadaşımın inatla benim kendime verdiğim ve kavramları kendi tecrübelerime referansla tanımladığım kısımları görmek istememesi ve benim söylemlerimin altında yatan toplumsal/yapısal gerçekliği araması şaşırtmadı. Her defasında, onun bana yapıştırmaya çalıştığı gerçekliklerden sıyrılmaya çalışarak, onun benim hakkımda iddia ettiği şeylerin yanlış olduğunu söylemeye çalıştım. Keza, ne eylem, ne hislerim, ne de düşüncelerim, sadece o bağlamda ortaya çıkmamıştı, bu ona göre doğumumla bana yüklenen bir anlayıştı. Oysaki beni dinleyebilseydi, söylediklerimde bana özgü nitelikler görebilirdi.
Bireylerin failliği, şaşırtıcı olmamakla birlikte, çoğu zaman göz ardı edilir. Bakınız, burada bilinçli veya bilinçsiz gibi bir ayrım üzerinden, rasyonalist bir yaklaşımla, failleri kategorize etmiyorum. Bana göre her birey, faildir. Eyler, eyletir, isterse de eylenir. Geleneksel olan şeylerin kimi faillerce sahiplenilmesi, o geleneksel eylemlerin, faillerin faillikleri dışında gerçekleştiği varsayılır. Fail, doğrudan bir biçimde bunu dilsel düzlemde ifade edemezse, ki fail olması için dilsel bir yeterlilik şart değildir, bu onun geleneksel bazı normlar tarafından koşullandığı anlamına gelir, arkadaşım böyle düşünüyor. Ben ise aksini düşünüyorum, bireyler, toplumsal denen şeylerle ilişkilenmelerini doğrudan veya dolaylı olarak yaparlar ve faillikleri mevcuttur. Sözgelimi, evine sağ ayakla giren birisi, dinsel bir yapının eylemini sahiplenmiştir. Bu kişi bu eyleme ne anlam yüklüyor? Bu dinsel yapıyla nasıl bir ilişki içerisinde? Bu eylemi gerçekleştirdiğinde ne hissediyor? Bunun nasıl anlamlandırıyor? Bu soruları, birbirinden farklı 10 kişiye sorun, aynı cevapları almazsınız. Cevapların farklılığı bile benzer eylemlerin failler tarafından farklı alımlandığını gösteriyor. Hal böyle olunca da bir eylemi geleneksel diye tek bir anlama sıkıştırmak, o eylemi sahiplenen kişilerin özgül niteliklerini göz ardı etmek anlamına gelir, şayet o zaman bireyin failliği göz ardı edilir ve yapısalcı bir yerden fail pasif kılınır.
C. Wright Mills’in “Sosyolojik İmgelem” Kavramı Bize Ne Anlatır?
Mills’in bulunduğu dönemi şöyle bir düşünürsek, 20. yüzyıl başları ABD’de pozitivizm rüzgarları esmektedir. Yukarıda geçen tartışmalardaki bireyin esamesi bile okunmaz bu yıllarda. Yapı, kendisini bireye dayatır, bireyin de tek yapması gereken yapıya uygun bir yaşamı benimsemesidir. Diğer türlüsü, Durkheim’ın iddia ettiği şekliyle anomali halidir. Her ne kadar Durkheim’da bu durum, organik ve mekanik dayanışma ayrımıyla seyreltilmiş olsa da Mills’in dönemindeki esen etkili hava pozitivizmdir. Mills ise pozitivizmi eleştirir ve hümanist bir zemin üzerine kurar teorisini. Ona göre bireyler ile yapı arasındaki ilişki gözardı edilmemelidir. Bireyin biyografisi ile yapının biyografisi yani tarihi ilişkilidir. Yapıyı ele almak için bireylere bakmak, bireyleri ele almak için yapıya bakmak gerekir. Döneminde etkili bir düşünce fakat bugün işe yaradığını düşünmüyorum, çünkü bu görüş, bireyi yapıya, yapıyı da bireye zorunlu kılmaktadır. Kartezyen düşüncenin eleştirilen düalizmi, burada Mills’de birey ve yapıda yeniden üretilir. Haliyle yapı ve birey bir bütünün parçaları gibi işlemeye başlar. Oysaki ilerleyen süreçte iddia edeceğim üzere “toplum, yani yapı diye bir şey yoktur”. Kartezyen düşüncenin Mills üzerinden yeniden üretilmesi, ilerleyen başka tartışmalarda, örneğin, kültür – doğa, kadın-erkek, iyi-kötü, ruh-beden gibi düalitelerde de kendisini gösterir. O yüzden, Mills’in yapı için bireyi, birey için yapıyı zorunlu kılmasına gerek kalmadan, bireyin bireyliğini ifade etmesi için yapıdan bağımsız başka bir bireyi veya bireyleri; yapıların, ki yine iddia ediyorum, böyle bir şey varsa, başka yapılarla kendisini ifade edebilmesinin önü kapatılmamalıdır. Şimdi gelelim tartışmamıza, Mills’in bu “sosyolojik imgelemi” bizim tartışmamızı, yani arkadaşımın savını destekliyor mu? Bir bağlam içerisindeki eylemi sorunsallaştırmamızda, bu eylemin bir imgelem olduğu fikrini desteklemekle birlikte, bunun sosyolojik olduğu, yani toplumsal olduğu fikrini ve yapıyla ilişkisinin zorunlu olduğu fikrini desteklemiyor. Mills’e kalırsak, muhabbete kendi deneyimlerimizden de başlamamız gerekmeyebilir, belki de tümdengelim yaparak, toplumsal olanın ne olduğuyla kendi tecrübelerimize doğru olguları soymamız gerekir.
“Mills’i Bırak, Sana Latour Vereyim”: Toplumsalı Yeniden Toplamak
Bruno Latour, “Reassembling the Social: An Introduction to Actor-Network-Theory” eserinin girişinde, basit ama düşünmesi zor bir soru sorar: “Toplumsal Olan Nedir?”. Bir müddet okumayı bırakıp, düşünün bakalım. Ben ilk olarak düşündüğümde şu cevaplara ulaştım: “Toplumsal olan, belirli bir çoğunluğa hitap eden şeydir”, “Toplumsal olan, kamusal alanda yeniden üretilen bir şeydir”, “Toplumsal olan, hukuken üzerine konuşulmaya değer olan şeydir”, “Toplumsal olan, bir tarihsel sürece sahip olan şeydir”… Cevaplarım bu şekilde gitti. Latour, ikinci bir soru sorar: “Peki biraz daha açalım, bir şeyin toplumsal olduğunu söylerken o şeyi nasıl değiştiririz/tanımlarız? Örneğin, Toplumsal Sorun, Toplumsal Yapı, Toplumsal İş…”. Bu noktada da “her ne toplumsal ise onun çoğunluk tarafından yapılmasıdır” gibi bir kaçış mümkün değildir. Sözgelimi, “Toplumsal Sorun” dediğinizde, bir sorunun, topluma ait herkesi etkilediği varsayılır, bir çeşit herkesin bunu sorun ettiği düşünülür. Bununla beraber de toplumsal sorunun özellikleri, etkileri, tarihsel süreci, alımlanması vs. aynı şekilde toplum üyelerinin düşünceleriymiş gibi kabul edilir. İşte bu noktada Latour der ki toplumsal sıfatı, ilişkisellik ile ortaya çıkacak bağlamdaki bireyi soyutlar ve onu bir ağ içerisinde pasif kılar. Bir sorun, bir kesim çoğunluğa olumsuz etki edebilir, fakat bu başına “Toplumsal-” eki getirilerek, bireylerin kapsanması anlamına gelmemelidir, çünkü çelişmezlik ilkesi doğrultusunda bir önerme, aksi bir örnekle karşılaştığında, çürütülmüş demektir. Bunun için de bir şeyleri toplumsallaştırmak, ona toplumsal sıfatı takmak, kendi başına bir çelişkidir, çünkü bir tane bile aksi örnek, bu önermenin doğruluğunu zedeler. Mills için bu sorun değildir, ona göre zaten “Toplumsal sorun” kısmında, sorunun nedeni toplumsaldır, yani yapıya içkindir, haliyle de bireylerde aksi bir örnek ortaya çıkarsa, o bireylerin yapıdan ayrıksı, anomali olduğu anlamına gelebilir. Yapı burada öncellenir. Bireyler dahi tekil değil, en fazla tikel, bir topluluk olarak ele alınır. Oysaki bence “Toplumsal sorun” diye bir şey yoktur, çünkü her sorun zaten toplumsaldır, “Özel olan politiktir”.
Latour, bırakın insan-insan ilişkisini, insan – nesne ilişkisinin dahi betimlenerek kendi ilişki ağı içerisinde tanımlanabilineceğini söyler, yani bizlerin bir şeyleri toplumsallaştırmadan, geleneğe içkin kılmadan önce, ki buna gerek de yoktur, ilişkiye odaklanmamız gerekir. Burada Protagoras gibi her şeyin ölçüsü insanı koymuyorum. Latour da böyle yapmaz. Hatta Latour da bireyi bazı noktalarda pasifleştirmeye kadar gider, çünkü Latour’a göre nesnelerin de faillikleri vardır ve insanlarla nesneler arasındaki ilişkide nesnenin de özgül konumu önem arz eder.
Sonuç
Peki, bir şeyleri toplumsallaştırmanın ne zararı var mı? Başlıkta da geçtiği gibi tekil ilişkileri toplumsallaştırmak neden bir sorun teşkil eder? En önce söyleyeceğimi şimdi söyleyeyim, böylesi bir çaba, birey karşısındaki yapıya işaret edeceği ve yetki ondaymış gibi davranılacağı için bir kaderciliği yeniden üretir. Birey, edilgen bir biçimde, yapı karşısında koşullandığı varsayılarak, ne eylemlerinin sorumluluğu üstlenilir, ne de düşünsel yapılarından dolayı yargılanırlar. Bireyin iddia ettiği şeyler, ucundan kıyısında yontularak, toplumsal denilen söyleme sıkıştırılır, fakat iş soruna çözüm aramaya gelindiğinde, toplumsal olduğu söylenilen söylemlere pratikte denk gelinmez. Hadi gidin tabu dediğiniz kimi geleneksel davranışları sahada gözlemleyin. Nereye gideceksiniz? Ankara? İstanbul? İzmir? Mardin? Hatay? Antalya? Şırnak? Ben söyleyeyim, nereye giderseniz gidin, orada toplumsal dediğiniz sınırlarla çizilmiş şeyler göremezsiniz, oraya gittiğinizde, o bölgenin sosyo-kültürel yapısı içerisinde kendi özgül ilişkilerini inşa etmiş kişilerin -geleneksel dediğiniz eylemlerden anladıkları şekilde- var olduğunu görürsünüz. Toplumsal olarak tabu dediğiniz şeyin, şehrinizin dışına dahi çıkmadan, farklı farklı hanelerde, farklı biçimlerde algılandığını görürsünüz. Bu durumda, neyin toplumsalı bu? Bireylerin eylemlerini, bireyleri -iddia bile etmedikleri- yapıları yeniden üretmekle suçlayarak, neden göz ardı ediyoruz?
Tartıştığımız konuya dönecek olursak, kızgınlığımın, bir konuda haklı olup, olmamaktan değil, hiçbir şekilde iddia etmediğim düşüncelerin “toplumsallık” adı altında üstüme yapıştırılmasından kaynaklandığını bile dile getiremedim. Bazen kendimi L. Wittgeinstein gibi hissediyorum: “Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı”. Büyük kavgalar, hep konuşulmayanlar üzerine konuşma çabalarından kaynaklanır. Fakat kalkıp karşıdaki kişiye “Hadi bırak canım toplumsala ilişkin konuşmayı, gel tekil örnekler üzerinden gidelim” diyemediğimiz durumda, zihnin yapısal düşünme tembelliğine kapılıp, yine dönüp dolaşıp konuşulmayan hakkında, yani toplumsal olan hakkında konuşmaya çalışırken kendimizi yakalarız. Belki de en iyisi şair olmalıyım, böylece konuşulmayan üzerine konuşma ihtiyacımı, -Witt’in eleştirdiği biçimiyle dilsel dolambaçlığa kapılmadan- şiirsel konuşarak gerçekleştiririm. Dil, gündeliğe yani gündelik eyleme işaret etmediği sürece bağlamsızdır ve sadece başka bir dile referans veren dil görevi görür, ki bu da dilin yanlış anlaşılmanın bir sonucu olarak -pejoratif anlamıyla ayakları yere basmayan soyut- felsefeyi doğurur.
“Gerçeklik” bir dönem üzerine konuşulması gerekli bir şeymiş gibi algılandı ve bilmem neyin gerçekliği gibisinden gerçeklik havuzu oluşturuldu, fakat bilinçli düşünürler bunun “üzerine konuşulmayan konu” olduğunu anladılar ve sustular. Şimdilerde de ortalıkta bir “Toplumsallık” var ve bilmem neyin toplumsallığı, toplumsalı gibi söylemler duyuyorum, belki Latour gibi daha çok kişi zamanla bunun “üzerinde konuşulmayan konu” olduğunu anlarlar.
留言