Blog Yazıları

Blog yazılarımı https://erhannkorkmaz.blogspot.com adresinden okuyabilirsiniz.

You can read my blog posts at https://erhannkorkmaz.blogspot.com

Devletin İnsanmerkeziyetçi Sureti: Türkiye’de Sokak Hayvanları Üzerinden Kent Politikası

GİRİŞ

Devlet denildiği zaman ilk olarak akla gelen tanım, “çevresi sınırlanmış bir kara parçası üzerinde yaşayan, belirli ülkü(ler) doğrultusunda bir araya gelmiş insan toplulukları” şeklindedir. Pre-modern dönemlerde de bugünkü devlet anlatısı yerine kullanılan kavramlar, belirli insanların bir araya gelmişliklerine atıfla tanımlanırdı. Burada görüleceği üzere, insan-olmayan hayvanların, devletin tanımında doğrudan veya dolaylı bir etkisi bulunmamaktadır. Devlet, insan-olmayana kördür. Türkiye devletine de bakıldığında, insanların Türkiye devletine mensupluğu üzerinden bir tanımlamaya gidilmektedir. İnsan-olmayan hayvanların, devlet mensubu sayılmadığını görürürüz. Buradan hareketle insan-olmayanların devletleşmede bir kurucu failden ziyade pasifleştirildiği, tabiri caizse, Gayatri Chakravorty Spivak’ın tabiriyle “madunlaştırıldığı” söylenebilir (Spivak, 2023). Peki bu durum, devletin kültür politikalarında nasıl kendisini göstermektedir? Devlet, modernleşmeyle birlikte “avam” tabakası ile ilişkisini -kendi bekâsı için- sürdürmek zorundadır. Pre-modern dönemlerde olduğu gibi, yönetici sınıfın, halkla ilişkisinde mesafelenmesi söz konusu değildir. Hal böyle olunca, devletler, halkla kurdukları ilişkiyi güçlendirmek ve bazı durumlarda halkı etkilemek için, bazı propaganda araçlarını kullanagelmişlerdir. Bunlardan ilk akla gelenler, -dönem dönem etkileri değişmekle birlikte- televizyon kanalları, edebiyat metinleri, radyo programları, kültür-sanat camiaları, eğitim kurumları, ailelerdir. Bu çalışma doğrultusunda, bir başka devlet propaganda aracı veya devletin ideolojisini yansıttığını düşündüğüm bir zemin haline gelmiş bir alandan bahsedeceğim: kent yapılanmaları.

...

Yayınlandığı yer: http://www.toplumveutopya.com/devletin-insanmerkeziyetci-sureti-turkiyede-sokak-hayvanlari-uzerinden-kent-politikasi-erhan-korkmaz/ 

Şuradan da okuyabilirsiniz: https://erhannkorkmaz.blogspot.com/2023/12/devletin-insanmerkeziyetci-sureti.html 

Link

Devletin İnsanmerkeziyetçi Sureti 2: Ne Yapmalı?

GİRİŞ

Bu yazıyı, bir önceki “Devletin İnsanmerkeziyetçi Sureti: Türkiye’de Sokak Hayvanları Üzerinden Kent Politikası” başlıklı yazıma gelen eleştiriler üzerine kaleme alma ihtiyacı hissettim. O yazımda, birçok noktanın açılmaya değer olduğunu ve sonuç/tartışma kısmının da “take-home message” eksikliğini fark ettim. [1] Her ne kadar “sokak hayvanları” sorununa dair ne yapmalı kısmı, uzmanlık alanımın dışında da bu süreci doğuran nedenleri araştırmaya çalışan birisi olarak benim de bir şeyler söyleme hakkına sahip olduğumu düşünüyorum. Bu sorunun çözülmesinde doğrudan rol alacak uzman kişilerin, bizler gibi çaba veren sosyal bilimcilerin görüşlerini önemsemesini, en azından “bu alanda dirsek çürütmüş ve hala da çürüten bu insanların derdi ne” diyerek bir bakmasını umut ediyorum. Türkiye’de siyasetçilerin, hemen her konuda her şeyi söyleme cesaretlerine sahip olmaları beni şaşırtmıyor artık. Her argümanın altı milliyetçilik, İslamcılık, laiklik, Atatürkçülük gibi retorik söylemlerle dolduruluyor ve tartışmanın ana konusu silikleşip, konu bambaşka yerlere uzanıyor. Naçizane ben ise bu durum karşısında artık sıkılmış bir sosyal bilimci olarak, “sokak hayvanları” sorununa ilişkin, -kendini bilmez ölçüde- politik söylem üretmeye çalışanların kulaklarına kar suyu kaçırmaya, “bakın iş sandığınız kadar basit değil, işin bu tarafları da var” demeye çalışıyorum.

Önceki yazımda, biraz da akademik bir üslupla durumu ele almaya çalışmaktan kaynaklı olsa gerek, çevremdeki çoğu sosyal bilimcinin düştüğü hataya düştüm ve aktüel bir konu üzerine yazılan bir yazıda tarihsel süreci okuyarak bugünü temellendirmeye çalıştım. Tarihsel süreç öğreticidir, bugünün sorunlarına alternatif çözümler üretirken bize hep farklı koşulları işaret eder. Fakat önceki yazımda sokakların tanzimini devletin politikalarından başlayarak ele almam, okuyucuyu bugünün sokaklarına bakarken devletin burada ne tür politikalar yürütmeye çalıştığını anlamamız gerektiğini dile getirmeye çalışmam, bugünkü durumun tablosunu bizlere vermedi. [2] Devlet yapısının, premodern veya modern dönemde, farklı politikalar yürütüyor olması, bugünün politikalarını maalesef ki sokak düzeyinde temellendirmemize yetmiyor. Ayrıca, durumu genel geçer bir devlet kavramı üzerinden ele almak da Türkiye devletinin özgül niteliklerini silikleştirerek, evrensel bir devlet anlayışına indirgemektir. [3] Bu yüzden bu yazıda tarihsel bir süreç yürütmektense bugünün sokaklarına dair görüp duyduğum ve düşündüğüm şeyleri ele almak istiyorum.

...

Yayınlandığı Yer: http://www.toplumveutopya.com/devletin-insanmerkeziyetci-sureti-2-ne-yapmali-erhan-korkmaz/ 

Şuradan da okuyabilirsiniz: https://erhannkorkmaz.blogspot.com/2024/01/devletin-insanmerkeziyetci-sureti-2-ne.html 

Link

Bağımlı Bağımsız Saha Araştırmacısı: Akademiden Sahaya Uzun İnce Bir Yol

Bugün kendimi, “alanında yeni bir etnolog” olarak tanımlamama rağmen uzmanlık alanımın vasıflarından soyutlanmış hissediyorum. Nasıl ki bir diş hekiminin hekimlik hissiyatına erişmesi için temel gereksinimi dişlerle kurduğu -doğrudan- ilişkilere dayanıyorsa, nasıl ki bir inşaat mühendisinin mühendis olarak hissetmesi için -en azından işinin bir kısmında- inşaatın o toz kokusu içerisinde bulunması gerekirse, benim de bir etnolog olarak sahada -doğrudan bir biçimde- araştırdığım konulara temas etmem gerekiyor. Aldığım lisans eğitimim ve halihazırda sürmekte olan yüksek lisans eğitimim boyunca sahaya uygunluğum konusunda teorik kazanımlar peşinde koştum. Bir saha araştırmacısı olarak sahada nasıl etkileşim kurmalıyım, kendimi nasıl konumlandırmalıyım, sahanın etik sınırları nelerdir, sahada hangi teknikleri kullanmalıyım, çalışmamda sahadaki aktörlere ne kadar yer vermeliyim, kendime -araştırmada- ne kadar yer vermeliyim ve daha birçok yığınla sorunun peşinden gittim. Hatta sadece bu soruların peşinden gitmekle kalmadım, benden önce yapılmış saha araştırmalarını da metodolojik açıdan eleştirmeye çalıştım. Hangi araştırmacı, hangi noktada “çuvallamış”, ben olsam burada ne yapardım?..

Tedrisatımın ilk yılını alana alışmakla geçirdiğim için saymıyorum, geri kalan toplamda 4 yıllık süreçte yoğun bir biçimde kendimi -sahaya uygun biçimde- geliştirmeye çalıştım, ki halen de çalışıyorum. Fakat artık bir şeyler beni rahatsız etmeye başladı. Ben tedrisadi eğitimimi teorik tartışmalar üzerinden yürüttükçe bunun sonu gelmiyor, sonu gelmemekle birlikte bu durum bazen kendi çevremde dönüyormuşum gibi hissetmeme neden oluyor. Dön Allah Dön!.. Bourdieu’nun sermaye biçimleri arasındaki sermayeder aktörü, Goffman’da yapısallaşarak -uzamsal okumayla- durumun pasif bir aktörü haline gelir, oradan Latour, bu aktörün konumunu insan-olmayana kadar genişletir ve nesneyi ilişkiselliğin içine katar, Latour’un failliği, Geertz’in anlam ağına sıkışmış varlığıyla birleşerek, ontolojik bir soruşturma doğrultusunda Weberyan bir anlam ilişkisiyle öznelerarasılığa yer açar, falan filan… Günlerim, haftalarım, aylarım, yıllarım, tam da bu şekilde okumalarla geçti, geçiyor. İyi hoş, bunları tartışmaktan gocunmuyorum, bu zamana kadarki tartışmalarımın bana büyük katkıları oldu, fakat peki ben sahaya ne zaman çıkacağım?

...

Yayınlandığı yer: http://www.toplumveutopya.com/bagimli-bagimsiz-saha-arastirmacisi-akademiden-sahaya-uzun-ince-bir-yol-erhan-korkmaz/ 

Şuradan da okuyabilirsiniz: https://erhannkorkmaz.blogspot.com/2023/12/bagml-bagmsz-saha-arastrmacs-akademiden.html 

Link

“Toplum Diye Bir Şey Yoktur”: Tekil İlişkileri Toplumsallaştırma Sorunu

Geçenlerde bir arkadaşımla birlikte, birlikteyken yaşadığımız bir durum üzerinden bir eylemin doğruluğu ve yanlışlığı üzerine konuşmaya başladık. Muhabbetimizin ilk kısımlarında, eylemin doğruluğunu, bağlam içerisinde değerlendiriyor, o bağlamdaki tutumlarımıza örnekler vererek eylem karşısındaki değişken hissiyatlarımızı ele alıyorduk. Muhabbetimiz bir noktadan sonra kişisel hissiyatlarımızdan çıktı ve daha makro ölçekte bir tartışmaya evrildi. Artık eylemi, kendi bağlamımız üzerinden düşünmüyor, arkadaşımın tabiriyle bir çeşit “sosyolojik bir tespitle” o eylemin toplumsal konumunu tartışarak, kendi tutumlarımızı değerlendiriyorduk. İş böyle olunca huzursuzlanmaya başladım, çünkü bir türlü uzlaşmaya gitmiyorduk. Bunun nedeni de onun kafasındaki toplumsal imgeyle, benim kafamdaki örtüşmüyordu. O benim olumsuzlayarak yaklaştığım eylemi, toplumsal açıdan tabu olduğu için benim de o eylemi bir tabuymuş gibi algıladığımı düşündü. Haliyle ben onun gözünde, toplumsal açıdan tabu olan şeyi yeniden üreten birisiydim. Açıkçası ben eylemin doğruluğunu-yanlışlığını değerlendirirken, o eylemi savunma veya karşı çıkma nedenlerimin arasında tabu veya toplumsal olup-olmaması yoktu. Bir eylemin tabu olması veya olmaması, o eyleme karşı hislerimden yola çıkarak onu savunmam veya karşı çıkmam için bir neden değildi. Fakat arkadaşım, tabu olan bir şeyi -sanki ben de tabulaştırıyormuşum gibi- olumsuz eleştirdiğim için, kararımın toplumsal açıdan o eylemin tabu olmasından doğduğunu varsaydı. Ben onun gözünde, toplumsalın koşulladığı, pasif bir aktördüm, ki bir noktada bana “bir etnolog olarak bunları düşünmemiş olmana şaşırdım” dedi. Her ne kadar tartışmada neyin tabu neyin tabu olmadığının, neyin geleneksel neyin geleneksel olarak aktarılmadığının fikirlerimde bir etki etmediğini, ilgili eylem için kendi tutumlarımın geçmiş tecrübelerimdeki hislere dayandığını söylesem de kendimi dinletemedim. Üstüne üstlük bu durum karşısında soğukkanlılığımı koruyamayarak sinirlendiğim için de karşı tarafa sanki kendimi savunmak için çırpınıyormuşum imajı yarattım. Oysa ki belki de yapmam gereken şey -mütevazılıktan kurtularak- karşımdakinin olaylara yapısalcı yaklaştığını ve aslında -onun anladığı biçimiyle- toplum diye bir şeyin olmadığını söylemekti. Émile Durkheim’ı eleştiren Gabriel Tarde’nin çıkışı gibi birey olarak söylemlerimin “toplumsal olan” karşısında eritilmesine, indirgenmesine müsaade etmeyeceğimi belirtmeliydim. Fakat nasıl ki Türkiye akademisinde Durkheim, Tarde’ye nazaran daha çok benimsendi ve -üstüne üstlük yanlış da algılanarak-, social fact kavramı  “dinamik bir gerçeklikten” ziyade “statik, değişmez bir gerçeklik” olarak algılandıysa, ben de onca çabama rağmen kendi fikirlerimi toplumsalın içinde eritmeye çalışan birisi olarak tanımlandım. Hatta arkadaşıma göre bunun da farkında değildim, çünkü bir etnolog olarak bunu araştırmamış ve üstüne düşünmemiştim.

...

Yayınlandığı Yer: http://www.toplumveutopya.com/toplum-diye-bir-sey-yoktur-tekil-iliskileri-toplumsallastirma-sorunu-erhan-korkmaz/ 

Şuradan da okuyabilirsiniz: https://erhannkorkmaz.blogspot.com/2023/12/toplum-diye-bir-sey-yoktur-tekil.html 

Link

Hocalık Müessesinin Kışkırtıcı Cazibesi: Kurumsal Otoriterliğin İkamesi

Geçen gün bir konuşma izledim. İstatistikçi birisi, son 2 yılda üniversiteyi terk etme/yarıda bırakma sayısının rekor seviyeye, yani 700 küsur binlere ulaştığını söylüyordu. Bu haber şaşırtıcıydı çünkü ben de son zamanlar üniversite kurumuna dair negatif duygular beslemeye başlamıştım. Oraya ayırdığım haftanın bilmem kaç saati ve sonrasındaki iş yükümü, kendi istediğim işime-gücüme ayırsam, belki de hem akademik hem de iş kariyerim açısından daha verimli olacaktır. Bunun üzerine biraz daha düşününce, meselenin zaman tasarrufundan kaynaklı olmadığını, kurum içerisindeki otoriter figürlerden sıkılmış olduğumu fark ettim. Eğitimden öğretime, haftalık okumalardan ders-içi tartışmalara değin, otoritesini -ders saati süresi boyunca- her an diri tutmaya çalışan birisi varken karşınızda, siz nasıl siz olarak bir tartışmayı başlatabilir veya süregelen bir tartışmaya eklemlenebilirsiniz? Otorite figür, otoriterliğini, sizin tavır ve tutumlarınızdan kazanır, diğer türlü bakıldığında, otorite ötekisiz bir hiçtir, her zaman kendisine boyun eğen, kendi otoritesini tanıyan en az bir kişiye ihtiyaç duyar. Hal böyle olunca da sizden beklenen şey, bilginiz doğrultusunda bir tartışmaya girmekten ziyade kendinizi frenleyerek, otorite figüre dair onun otoriterliğini besleyecek malzemeler vermenizdir. 

...

Yayınlandığı Yer: https://www.toplumveutopya.com/hocalik-muessesinin-kiskirtici-cazibesi-kurumsal-otoriterligin-ikamesi-erhan-korkmaz/ 

Şuradan da okuyabilirsiniz: https://erhannkorkmaz.blogspot.com/2024/01/hocalk-muessesinin-kskrtc-cazibesi.html 

Link

Devletin İnsanmerkeziyetçi Sureti 3: Beni Sokak Siyasetinden Alıkoyan Nedir?

Bu yazıyı, önceki “Devletin İnsanmerkeziyetçi Sureti: Türkiye’de Sokak Hayvanları Üzerinden Kent Politikası” ve “Devletin İnsanmerkeziyetçi Sureti 2: Ne Yapmalı?” yazılarımdan sonra devletin sokak siyaseti üzerindeki etkisini, yine “Sokak Hayvanları” sorununa ilişkili olarak kent politikaları bağlamında ele almayı düşündüğüm -devam niteliğinde- üçüncü bir yazı olarak yazmaya karar verdim. Sokak siyaseti, üzerine bir süredir kafa yorduğum ve bu süreçte de bir özeleştiri olarak kendimin sokak siyasetinden uzak bir noktada neden konumlandırdığımı sorguladığım bir konudur. Elbette ki sokak siyaseti derken neyi kastettiğimi ve bu kavramı dile getirirken başka siyaset biçimleri de olduğunu iddia ettiğimi söylemeliyim, fakat bunları ele almadan önce, sizlere, kendimin önce siyasetle sonra da sokak siyasetiyle nasıl bir ilişki kurduğundan bahsetmeliyim. Böylece, bir yanıyla, kendimin -sokak siyasetinde pasif bir fail olarak- bir ifşaatı niteliğinde olan bu metinde, teorik bir yapı üzerinden değil doğrudan benimle kendiniz aranızda bir bağ kurabilir veya kurmazsınız. Oldum olası, yazısında “kendisini harcayan” yazarları sevmişimdir, burada öncelik metne verilir, metin, yazarı da araçsallaştırarak hatta yazara rağmen okuyucusuyla iletişime geçer. Yazar belki de kolektif ve tarihsel bir bilinçten akan/sızan bir söylemi, kendini araçsallaştırarak okuyucuya sunar. Yazar, kendisini metin için öldürmeye razı gelir. Bakalım ben kendimi ne kadar öldürebileceğim, ipleri egomun elinden alabileceğim.

...

Yayınlandığı Yer: https://www.toplumveutopya.com/devletin-insanmerkeziyetci-sureti-3-beni-sokak-siyasetinden-alikoyan-nedir-erhan-korkmaz/ 

Şuradan da okuyabilirsiniz: https://erhannkorkmaz.blogspot.com/2024/02/devletin-insanmerkeziyetci-sureti-3.html 

“Ya Benimsin Ya Kara Toprağın”: Kıskançlık Bir Tahakküm Aracı mıdır?

Kıskançlık, bir süredir üzerine düşündüğüm, düşünürken de kendi hayat tarihime çokça dönüşler yapmak durumunda hissettiğim bir mevzudur. En son kimi kıskandım? Kıskançlığımı tetikleyen olgular nelerdir? Hangi durum ve koşullar karşısında “kıskanç bir insan” konumunda olurum? Kıskanan ile kıskanılan arasında nasıl bir ilişki vardır ve kıskançlık olgusunu ortaya çıkaran etkenleri hangisi üretir? Bu ve buna benzer birçok soru, üzerine düşünmeye değer, keza başlıkta da gördüğünüz üzere, sonucu kara toprak olan çokça kıskançlık hikayeleri duyduk, duyuyoruz.

Öncelikle kıskançlık denildiği zaman ne anladığımı, kıskançlığı sadece romantik ilişkilere indirgemeden, diğer ilişki biçimlerini de kapsayacak biçimde aktarmaya çalışayım. Kıskançlık için gerekli şeyin, ilk önce, bir ilişki olması gerektiğini düşünüyorum. Ya bir ilişki içerisinde kıskanırız, ya da ilişki sonrası ilişkiye dair. Her halükarda, kıskanan ve/veya kıskanılan, kıskançlığı ilişkiye atıflı bir biçimde yaşar/yaşatır. Peki bir “olmuş ilişki” sınırları çizersek, kıskançlık, ilişkilerin olmamış veya olamamış hâlleri midir? Optimum düzeyde kurulmuş bir ilişki, kıskançlıktan arındırılmış mıdır? Çok soru sorduğumun farkındayım, fakat müsaade edin, önce sorularımı kusarak işe başlamış olayım.

...

Yayınlandığı Yer: https://arsizsanat.com/ya-benimsin-ya-kara-topragin-kiskanclik-bir-tahakkum-araci-midir/ 

Şuradan da okuyabilirsiniz: https://erhannkorkmaz.blogspot.com/2024/03/ya-benimsin-ya-kara-topragn-kskanclk.html