Bugün kendimi, “alanında yeni bir etnolog” olarak tanımlamama rağmen uzmanlık alanımın vasıflarından soyutlanmış hissediyorum. Nasıl ki bir diş hekiminin hekimlik hissiyatına erişmesi için temel gereksinimi dişlerle kurduğu -doğrudan- ilişkilere dayanıyorsa, nasıl ki bir inşaat mühendisinin mühendis olarak hissetmesi için -en azından işinin bir kısmında- inşaatın o toz kokusu içerisinde bulunması gerekirse, benim de bir etnolog olarak sahada -doğrudan bir biçimde- araştırdığım konulara temas etmem gerekiyor. Aldığım lisans eğitimim ve halihazırda sürmekte olan yüksek lisans eğitimim boyunca sahaya uygunluğum konusunda teorik kazanımlar peşinde koştum. Bir saha araştırmacısı olarak sahada nasıl etkileşim kurmalıyım, kendimi nasıl konumlandırmalıyım, sahanın etik sınırları nelerdir, sahada hangi teknikleri kullanmalıyım, çalışmamda sahadaki aktörlere ne kadar yer vermeliyim, kendime -araştırmada- ne kadar yer vermeliyim ve daha birçok yığınla sorunun peşinden gittim. Hatta sadece bu soruların peşinden gitmekle kalmadım, benden önce yapılmış saha araştırmalarını da metodolojik açıdan eleştirmeye çalıştım. Hangi araştırmacı, hangi noktada “çuvallamış”, ben olsam burada ne yapardım?..
Tedrisatımın ilk yılını alana alışmakla geçirdiğim için saymıyorum, geri kalan toplamda 4 yıllık süreçte yoğun bir biçimde kendimi -sahaya uygun biçimde- geliştirmeye çalıştım, ki halen de çalışıyorum. Fakat artık bir şeyler beni rahatsız etmeye başladı. Ben tedrisadi eğitimimi teorik tartışmalar üzerinden yürüttükçe bunun sonu gelmiyor, sonu gelmemekle birlikte bu durum bazen kendi çevremde dönüyormuşum gibi hissetmeme neden oluyor. Dön Allah Dön!.. Bourdieu’nun sermaye biçimleri arasındaki sermayeder aktörü, Goffman’da yapısallaşarak -uzamsal okumayla- durumun pasif bir aktörü haline gelir, oradan Latour, bu aktörün konumunu insan-olmayana kadar genişletir ve nesneyi ilişkiselliğin içine katar, Latour’un failliği, Geertz’in anlam ağına sıkışmış varlığıyla birleşerek, ontolojik bir soruşturma doğrultusunda Weberyan bir anlam ilişkisiyle öznelerarasılığa yer açar, falan filan… Günlerim, haftalarım, aylarım, yıllarım, tam da bu şekilde okumalarla geçti, geçiyor. İyi hoş, bunları tartışmaktan gocunmuyorum, bu zamana kadarki tartışmalarımın bana büyük katkıları oldu, fakat peki ben sahaya ne zaman çıkacağım?
“Aaa Erhan, seni tutan nedir? Sen bir araştırma projesi hazırladın da sana ‘dur yapma’ mı dendi?” dediğinizi duyar gibiyim. Evet, sevgili okuyucum, maalesef ki dendi. Bundan yaklaşık 2 ay kadar önce kent yapılanmaları ve sokak hayvanları arasındaki ilişkiyi sorunsallaştırdığım nitel bazlı bir saha araştırması projesi hazırladım. Kent ve sokak hayvanlarıyla ilgili STK’larla derinlemesine görüşmeler yapacaktım. Şu anki yüksek lisans öğrencisi olduğum Hacettepe Üniversitesinin etik kurul komisyonuna böyle bir araştırmam olduğundan ve bağımsız bir araştırmacı olarak etik kurul onayı almak istediğimi söyledim, reddedildim[1]. Gerekçe ise başvuru şartı olan doktora yeterliliğimi tamamlamış olmamamdır. Diğer üniversitelerin etik kurul komisyon sayfalarını araştırdım, onlar da kendi öğrencilerine, bazı şartlar doğrultusunda etik kurul onayı veriyorlarmış. Ee peki ben -bağımsız bir araştırmacı olarak- nasıl saha çalışması yapacağım? Şayet araştırmacı olarak niteliğime dair şüphe varsa zaten etik kurul değerlendirme sürecinde red almaz mıyım?
Bu durum o kadar canımı sıktı ki anlatamam. Zaten alanımdaki akademik kadrolara yönelik kırılan şevkim, üstüne saha araştırması yapamayacağımı öğrenince, daha da kırıldı. Şu aralar teoriye dair soğudum, kimin neyi nasıl formüle ettiğini dert edinmez oldum. Akademisyen dostlarım, çalıştıkları konulara dair çeşitli teorisyenlere yönelik tartışmalar başlattığında, belirli oranda bildiğim kadarıyla tartışmaya dahil olsam da içten içe “neyse ya bırak şimdi bunu, gündelik şeylerden konuşalım” diyesim geliyor, ki -Allah affetsin- bazen de diyorum.
Teoriye Gömülmek: Pratik – Teorik Dikotomisi
Sosyal bilimler camiası içerisinde teoriyle pratik arasında bir çatışma olduğu varsayılır. Sözgelimi, nicel-nitel araştırma yürüten sosyal bilimciler, teorik tartışmalar yürüten teorisyenleri, felsefecileri bu anlamda eleştirirler. Sanılır ki gündeliğe içkin değerlere yönelik kavramlar üzerinden tartışmalar yürütmek, düşünürü, ilişkiselliği “zamanın ruhu” doğrultusunda kurmadığı, ilişkileri doğrudan gözlemlemediği, okuyucusuna veri sağlamadığı, teorik zeminini yine teorik tartışmalara referanslı kurduğu yönünde “temelsiz” görülür.[2] Bazı durumlarda da tam tersi şekilde işler eleştiri mekanizması, ampirik gözlemlerle saha araştırması yapan araştırmacılar, teorisyenler-düşünürler tarafından tarihi kapsayıcı biçimde ele almadıkları, gözlem verilerini bağlam-odaklı kurarak bütüncül bir yaklaşımdan -kavramsal çerçeveden- yoksun oldukları yönünde eleştirilirler.
Ben ise bu dikotominin, araştırmacının ve araştırılan nesnenin konumunun dışlanmadan yapılması gerektiğini düşünüyorum. Şayet bugün sahaya yönelik metodolojik tartışmaların temellerinin Hans-Georg Gadamer, Paul Ricoeur, Martin Heidegger, Georg Wilhelm Friedrich Hegel ve daha birçok filozofun söylemleri üzerinden de şekillendiğini göz ardı edemeyiz. Tam tersi şekilde, birçok felsefi tartışmaların da saha çalışmalarına atıf yaptığını göz ardı edemeyiz. Bir etnolog olarak kendimi konumlandırdığım nokta, böylesi bir ayrımda, beni pratik olanın alanına itmektedir. Aldığım tedrisatta, ilişkiselliğin nasıl kurulduğunu, toplumların/toplulukların dinamiğinin hangi öğeler üzerinden inşa edilmeye çalışıldığını, devletmerkezci olsun veya olmasın, politikaların gündeliğe nasıl etki ettiğini sahadan ayrıksı düşünmememi öğretti. Hal böyleyken de -sahadan uzak bir biçimde- teorik tartışmalara fazla gömüldüğüm noktalarda, sahada edinmem gereken saha tecrübelerimden pay çaldığımı hissediyorum. Hak verirsiniz ki saha tecrübesiyle teorik tecrübe arasında bir fark var. Lisans eğitimim boyunca ödev mahiyetinde sahaya çıktığım zamanlar, öğrenmiş olduğum teorik alt yapımın sahaya doğrudan uyarlanmadığını, karşımdaki aktörle girdiğim ilişkilerde alternatif ilişkilenmelere girmem gerektiğini fark ettim. Örneğin, sahada görüşme yaptığım aktörlerin, hangi noktalarda etik hassasiyet taşıdıklarını, neyi nasıl söylersem bana karşı güvensizlik duyacaklarını, yine sahada tecrübe ettim.
Bugün sosyal bilimler camiasında, bir konu hakkında teorik bir makale çıkardığım zaman, dergiye yollayana kadar hiçbir engelle karşılaşmıyorum. Hatta, dergiyi de makalemin niteliğine göre belirlersem, derginin hakem sürecinde de red alma riskimi azaltabileceğimi biliyorum. Bu durum, ben ve benim gibi birçok saha-odaklı araştırmacıyı, saha pratiğinden uzaklaştırarak, teorinin alanına çekiyor. Çevremde, hayatında sahaya çıkarak uzun erimli saha çalışması yürütmemiş fakat sahaya yönelik teorik konularda taş üstünde taş bırakmayan çok fazla sosyal bilimci görüyorum. Bunun bir nedeni de benim örneğimde görüldüğü gibi, akademinin saha çalışmaları noktasında içine kapanık, tutucu bir rolde olmasıdır.
Bağımsız Araştırmacılar Neden Bağımsız?
“Bağımsız Araştırmacı” diye bir şeyi ilk duyduğumda lisans eğitimimin 3. yılındaydım. Her araştırmacı bağımsız değil miydi ki araştırmacının önüne “bağımsız” sıfatı eklenmişti? Kendisini bağımsız araştırmacı olarak görmeyen araştırmacılar, neye veya kim(ler)e karşı bağımlıydılar? Sanıyorum, bir üniversite kurumuna, bir enstitüye, bir vakfa veya herhangi bir oluşuma dahil olmak araştırmacıyı bağımlı kılıyor. Bu da araştırmacının yapacağı araştırmalarda sadece kendisini değil, aynı zamanda içerisinde bulunduğu kurumu da temsil ettiğini gösteriyor. Sözgelimi, derin yoksulluk üzerine gecekondu bölgelerinde bir saha araştırması yürüten bir araştırmacı, bunu bir kurum içerisinde gerçekleştiriyor ve araştırmanın raporu da kurumun bünyesinde yayımlanıyorsa, bu o araştırmacıyı bağımlı kılıyor. Peki, bir araştırmacı, bir kurum altında değil de kendisinin oluşturduğu bir proje kapsamında bir araştırma yürütüyorsa bu o araştırmanın raporunda sadece araştırmacının mı mesul olduğunu gösteriyor? Burada şu soruyu sormakta fayda var: Bir araştırmacı, bağımsız bir biçimde, neden bir araştırma projesi tasarlar? Araştırmacının o konuya merak duyuyor olması yeterli midir? Bana kalırsa yeterli bir gerekçedir. Fakat aldığım tedrisat boyunca öğretildiği üzere, bir araştırmanın, toplumsal açıdan bir soruna çözüm getirmesi gereklidir. Bir araştırmanın tek çıktısı o araştırmaya dair yazılmış makaleler, kongre sunumları olması yeterli değildir. Belki de bu şekilde düşündüğümüzden dolayı bugün Türkiye’de bağımsız bir araştırmacının, bir kuruma eklemlenmesi ve sırf merakı doğrultusunda saha araştırması yapmaması beklenir. Burada araştırmacının, bağımsız bir biçimde yürüttüğü araştırmada, toplumsal bir soruna işaret edemeyeceği düşüncesi mi yatmaktadır?
Saha-odaklı sosyal bilim araştırmacıları, teoriyle içli-dışlı oldukça, gözlem yeteneğini kendi gündelik hayatında işlerliğe koymaya çalışır. Sahaya çıkmamak -veya çok az çıkmak- belki de araştırmacıyı kendi hayatını delik-deşik etmesine neden olmaktadır. Kendi hayatıma baktığımda, gündelik ilişkilerimde, hep araştırmaya değer konular gözüme çarpıyor. Hatta bazen -bazı konularda- kendimi bir araştırma nesnesi haline getirerek, oto-etnografik bir taraftan, kendimi araştırmayı dahi düşünüyorum. Bu durum aşırıya kaçtığında, sosyal bilim alanı dışındaki mesleklere öykünerek, mesleğimin bir önlük gibi sabah gardıroptan çıkarıp giyilebilir, akşam da belirli bir saatten sonra çıkarılabilir olmasını arzuluyorum. Üstüme yapışmış gözlemci kimliğim, gündeliğin akışı içerisinde bir oyunbozan konumuna yerleştiriyor beni. Bunları anlatıyorum çünkü “bir araştırmacı olarak bağımsız olmamam ne kadar mümkündür?” sorusunu düşünüyorum. Biz saha-odaklı araştırmacıların, gerek kendi gündelik hayatlarımıza ilişkin, gerekse de başkalarının gündelik hayatlarına ilişkin, bağımsız bir biçimde araştırma yürütmek istememizin ne zararı olabilir? Otoriter bir kurum tarafından denetlenmemiz, araştırma konumumuzun ne kadarını içeride ne kadarını dışarıda bıraktığımız, araştırma konusu olarak belirlediğimiz kesimlerin kimler olduğu, gayri ihtiyari bir biçimde, politik de bir mevzudur. Belki de içerisinde bulunduğumuz sosyal bilimler camiası, politik endişeler taşıdığından dolayı, bağımsız araştırmacılara araştırma alanı tanımamaktadır. Bu yüzden de başvurduğum etik kurul komisyonu bana TÜBİTAK gibi araştırma fonu sağlayan kurumlara başvurmam gerektiği öğüdünü veriyor. Bu -araştırmacı dışlayan- bir mesuliyet ikamesidir.
Sonuç ve Tartışma
Her sosyal saha araştırmacısının hayatında en az bir kere denk geldiği bir tartışma var: İyi bir sosyal bilimci nasıl olmalıdır? Bu tartışmada bazen kıyametler kopar, alanında tanınan kalburüstü akademisyenler birbirlerine giydirirler, disiplinler çatışması ortaya çıkar, kimin hangi metodolojiyle araştırma yürüttüğü ve bunun ne kadar “doğru veriye” ulaşmada doğru bir yöntem olduğu tartışılır. Biz -alan içerisindeki- çömezler de bu tartışmalarda kendimize bir epistemik cemaat ararız, yağan dolu altında darbe almamak adına bir sığınak, belki de bir cep durak… Bununla da bitmez, dar alanda kısa paslaşmalar sürer, bakarız ki içeride de birtakım tartışmalar dönüyor. İçerisi, dışarısının izdüşümü adeta. Bu sefer içeride de bir sığınak arayışına gireriz, bazı kişilere yaklaşırız, bazılarına karşı -tatlı bir biçimde- mesafeleniriz. Öyle ya, sonuçta akademinin içerisindeyiz, buranın jargonu böyle. Her neyse, bir şekilde, her birimiz bir tarafta konum alırız. Konum aldığımız taraftaki ustaların bizleri sahaya çıkarmasını ümit ederiz. Birileri sahaya çıkacaktır ve bizler de asistan olarak, ucundan kıyısından, belki anketör olarak, belki de getir-götür işlerinde yardım etmek amacıyla yanlarında gitmeyi arzularız. İşte size bir gatekeeper hikayesi. Bunun bir de akademi dışında, pazar ve siyasi araştırma şirketleri tarafı var. El mahkum tırmalamak lazım, LinkedIn’de hesap açarsınız. Önünüze gelen tüm pazar ve siyasi araştırma şirketlerine mail atar, kendinizden bahsedersiniz. İlgili şirketin İK’sıyla görüştükten sonra -ilgi uyandırdı iseniz- sizin kalitatif araştırmalar şefiyle görüşmeniz sağlanır. Bu zamana kadar yapılmış projelerden bahsedilir, donanımıza dair doğrudan veya dolaylı sorular sorulur, beklentiniz sorulur ve görüşme ucu açık bir biçimde biter. Tebrikler, muhtemel bir proje için araştırmacı olarak şirketin listesine eklendiniz. Proje başladığı zaman sizden ya Zoom üzerinden grup odak görüşmesi veya derinlemesine mülakat yapmanız istenir, ya da yaşadığınız bölgeye yakın yerlerde anket çalışması veya yüz yüze mülakat yapmanız istenir.[3] Bir taraftan zamanını kendinizin belirlediği ve en önemlisi mesleğinizi yaptığınız bir uğraş içerisinde olduğunuz için mutlu olursunuz, bir taraftan da içten içte “Eee benim çalışmak istediğim konu bu değildi ki!” gibi içtepilerle boğuşarak, bir sonraki gelecek projenin zamanının belirsizliği karşısında endişelenirsiniz. Sahada mıyım? Evet, peki kendi arzu ettiğim bir sahada mıyım? Hayır. Peki, gerek akademi içerisinde, gerek akademi dışarısında konumlandığım yerin, arzu ettiğim araştırmalarla bir ilgisi, alakası var mı? Cevap sizin olsun.
Lisans eğitimimi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde tamamladım. Orta bahçede çok akademik laklak etmişliğim var. Aşağı yukarı lisansımızın ikinci yılında, içinde bulunduğumuz alana yönelik ilgimiz başlar, tabiri caizse, konuları içeriz. Lisans üçüncü sınıfa geldiğimizde her birimizin kafasında çalışmak istediği konular şekillenir. O alana yönelik okumalar başlamıştır. Sahamızın neresi olacağını tartışırız. Hocaları bu anlamda darlamaya da başladığımız zamanlar işte bu zamanlardır: “Hocam şu konuda makale önerir misiniz?”, “Hocam …. ismi duydunuz mu, … konuda çalışıyor, çok etkileyici” , “Hocam saha çalışması olarak …. konusunu düşünüyorum, bitirme tezini beraber mi yapsak?”, “Hocam bu alanda çalışan kişiler ne yapıyor, yurtdışı imkanları nasıl?” ve daha birçok soru. Hocalarımızın büyük bir kısmı ilgiliydi, okumalar verirlerdi, bizlerle derslerde veya ders aralarında tartışırlardı. Lisans son sınıfa geldiğimizde çalışmak istediğimiz konuda az-çok nettik. Bitirme tezimizi onun üzerine kurgulardık. Bu sefer de “hocaları darlama” etkinliğimizin kapsamını daraltıp, tek bir hocaya düşürüp, o kişiyle bitirme tezi hazırladık. Bu durumda genelde kimse idealleştirdiği bitirme tezini yapamaz. En azından gördüğüm kadarıyla biz yapamadık. Bunun birçok nedeni var. İlk olarak mezuniyet fikriyle birlikte Türkiye’de yaşadığımız ve geleceğin sosyal bilimci işsizleri olarak ne yapacağımız sorunsalı patlak verdi. Savrulduk. Kimilerimiz ufaktan “KPSS mi çalışsam”, “YDS-YÖKDİL mi çalışsam”, “ALES’e asılmam lazım”, “Akademide kalmam gerekiyor” gibi fikirler ortaya atmaya başladı. İkinci olarak, bitirme tezimizle uğraştıkça, bir araştırma yapmanın ne kadar zor olduğunu ve maliyet gerektirdiğini fark ettik. Saha araştırması diye kafada idealleştirdiğimiz sürecin ne kadar pahalı olduğu gerçeğini kabul etmek zorunda kaldık. İçimizde üniversite okurken aynı zamanda çalışmak zorunda olan arkadaşlarımız hepten bu süreçte yenik düştüler. Neyse bu kısımları çok uzatmadan eğitim sürecinden devam edeyim. Bitirme tezlerimizin idealleştirildiği gibi gitmemesi, bizleri, çalışmak istediğimiz konulara karşı soğuttu. Kimi dostlar, hangi alanlarda çalışmanın, hangi kurumlar tarafından daha albenisi olduğuna yönelik stratejik fikirler ortaya attılar. Şayet göç üzerine çalışırsanız, bilmem nerenin enstitüsü, hocası sizi ilgiyle akademi kadroya veya yüksek lisansa kabul edermiş. Şayet kimlik, etnisite çalışırsanız, şu şu kişiler kapı açarmış. Şayet şu konuyu çalışırsanız, Türkiye’de bu konuyu çalışanlar olmadığı için sizin tanınırlığınız daha çabuk olurmuş, falan filan… Bir kısmımız bu uğurda, belki de istemediği alanlara yöneldi, bir kısmımız -benim gibi- daha idealist olarak çalışmak istediği konu doğrultusunda bir yüksek lisans programı seçti. Bugün baktığım zaman, orta bahçede, çalışmak istediği konuya yönelik arzuyla makalelerden, çalışmalardan bahseden bizlerden kaçımız kaldı? Kalanlarımızdan kaçı, arzu ettiği konuyu çalışıyor? Kaçımız arzu ettiği konuyu çalışmak istese de sahaya çıkamıyor? Görüldüğü üzere bu hikayede fırsatlar daraldıkça elde sıfırın kalma şansı daha da artıyor.
Müsade edin -kulağa ukalaca da gelse- şunu itiraf edeyim, bugün kimi konularda saha araştırması yürüten araştırmacılara baktığımda, sahayla kurduğu ilişkinin son derece stratejik, son derece -koşullar doğrultusunda- titizlikle seçilmiş konulara dayalı ve son derece steril olduğunu görüyorum. Aldığım eğitim ve kendime örnek belirlediğim araştırmacılardan öğrendiğim kadarıyla, bir araştırma, araştırmadan önce başlar, hatta araştırmacının ilgili konusunu seçmeden önce, ve hatta peşinden gidersek, araştırmacının araştırmacı olmadan öncesinde başlar. Elbette ki bir konunun stratejik, titizlikle seçilmiş olması da bir nedenler silsilesine bağlıdır ve öyküsü vardır. Bu tarafı yadsımamakla birlikte, bizi sahaya iten şeyin ne olduğu konusunda akademi kurumlarının rolünün bu kadar baskın olması, başından beri tartışageldiğimiz “bağımsız araştırmacı” olamamayla doğrudan ilişkili olduğunu düşünüyorum. Dünyanın diğer ülkelerinde işler nasıldır bilmem fakat Türkiye’de bağımsız bir araştırmacıdan ziyade bağımlı bağımsız araştırmacıdan bahsetmek zorunda kalıyoruz.
[1] Aslına bakarsanız, etik kurul onayı alma isteğim, çalışmamın daha nitelikli olacağını düşünmemden değil, çalışmamın raporu niteliğinde olacak makale(leri)mi alanında öncü dergilere yollarken benden -haklı olarak- etik kurul onayı istemelerinden kaynaklanıyor. Diğer türlü, çalışmamı yine yaparım fakat hiçbir yerde yayımlayamama riskim var.
[2] Elbette ki bu her nicel-nitel araştırmacının veya teorisyenin böyle düşündüğü anlamına da gelmez. Burada yürütmeye çalıştığım ayrımı, kendi tedrisati tecrübem doğrultusunda karşılaştığım tartışmalardan çıkarsadığım göz ardı edilmemelidir.
[3] KONDA gibi bazı nevi şahsına münhasır şirketler tarafından da anketör olmanız fakat sorular soracağınız katılımcıları -kendilerinin belirlediği örneklem doğrultusunda- kendiniz seçmeniz/bulmanız istenir. Bir nevi kendi sosyal sermayenizle bir saadet zinciri kurmalısınız.
Comments