Yayınlar (Publications)

This page contains both English and Turkish publications. 

Bu yazının ilk başlığı “Evli Görünmenin Dayanılmaz Rahatlığı: Sahada Kadın Araştırmacı Olmak” şeklindeydi ve kadının bir antropolog, etnolog, sosyolog olarak saha çalışması boyunca yaşadığı sorunları -genelleyerek- toplumsal cinsiyet bağlamında ele almaya çalışacaktım. Yazıya başladıktan bir süre sonra, yazının neden sadece kadın cinsiyetinin sahadaki sorunlarına ilişkin olması gerektiğini düşünmeye başladım. Ben bir erkek sosyal araştırmacı olarak, içinde bulunduğum cinsiyetin sahada yaşadığı sorunlarına dair -kendi saha tecrübelerimi de örneklediğim- daha samimi bir şeyler söyleyebilirdim. Bu farkındalığım beraberinde bana kadın ve erkek olmanın dışında da bir cinsiyete sahip olmanın sahada ne tür araştırma sorunlarına neden olabileceğini düşündürttü, fakat buna yönelik yeni bir başlık atarak yazı kaleme almak, sanıyorum boyumu aşan bir çaba olurdu çünkü nasıl kadının sahadaki konumunu ele alabilecek kadar kadın değilsem, kadın ve erkek cinsiyetinin dışında bir cinsiyetin saha çalışmasında kendisini nasıl konumlandırdığını ele alacak kadar da ikili cinsiyetin dışında bir sosyal araştırmacı değilim. Yazar olarak burada kendi konumumun farkına varıp, buna dair bilimsel söylem üretmem gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden de asırlardır normatif bir gerçeklik olarak tarih sahnesinde kendisini gösteren erkek sosyal araştırmacıların, sahada veri üretirken yaşadıkları sıkıntılara az da olsa bir ışık tutmak, toplumsal cinsiyet sorununun tek cinsiyet yönlü bir damardan ilerlemediğini, aslında cinsiyet anlayışının erkek cinsiyetini de -kadına nazaran etki dereceleri değişmekle birlikte- etkilediğini ele almaya çalışacağım. 

This study comprises Fatima Mernissi's discourse analyses on the Islamic ethos and examines how these narratives can be traced in history, providing an archaeological method of research. It explains the conditions under which Islamic normative attitudes, which are replicated through ancient narratives like 1001 Nights Tales, Hosrev and Shirin, Kerem and Asli, become effective. Mernissi challenges the mindset of Western Orientalists' understanding through her observations on the Islamic Middle East in Moroccan culture. The Islamic Middle East, with harem nights and concubines, has always been an element of fantasy for Westerners. However, when the harems are reconsidered through Mernissi's analyses, far beyond what is assumed, harems were a field of exchange where women were not passive but active agents displaying various forms of resistance. The Islamic Middle East defines male-female dynamics with reference to the holy book, the Qur'an, and hadiths of Islam while maintaining its close contact with modernity. Mernissi highlights the search for power resources within the context of gender roles by both men and women in their engagement with modernity. This study examines Mernissi's Scheherazade Goes West: Different Cultures, Different Harems through her arguments on how Scheherazade, the character of 1001 Nights Tales, is instrumentalised to reproduce Islamic normative attitudes in the context of gender roles.

Keywords: Orthodox Islam, narrative, romanticism, symbolic violence, gender

...

Bu çalışma, 1001 Gece Masalları, Hüsrev ve Şirin, Kerem ile Aslı gibi kadim anlatılar üzerinden yeniden üretilen İslami normatif tutumların, hangi koşullar bağlamında işlerlik kazandığını bizlere anlatan Fatima Mernissi’nin hem İslami ethos üzerine söylem analizlerini, hem de bir çeşit arkeolojik kazı edasıyla, bu anlatıların izinin tarihte nasıl sürülebileceğine dair örnekler içermektedir. Mernissi, Fas kültürü üzerinden İslami Ortadoğu’ya dair genelleyici gözlemleriyle, Batılı oryantalistlerin şark anlayışlarına meydan okumaktadır. İslami Ortadoğu, harem geceleriyle ve cariyeleriyle Batılılar için hep bir fantezi unsuru olmuştur. Fakat tarihsel süreçte, haremlerin, Mernissi’nin analizleri üzerinden tekrar düşünüldüğünde, sanılanın çok ötesinde, alan içindeki faillikleri açısından kadınların pasif değil, aktif olarak var oldukları ve çeşitli direniş biçimlerini de içeren bir mübadele alanı olduğunu görmekteyiz. İslami Ortadoğu, erkek-kadın dinamiklerini bir yandan İslam’ın kutsal kitabından ve hadislerinden referans alarak formalize ederken, bir yandan da sosyal coğrafyasının gereği, modernite ile dirsek temasını kesmemektedir. Mernissi, modernite ile kurulan bu ilişkide, kadının ve erkeğin, toplumsal cinsiyet rolleri bağlamında kendi güç alanlarını yeniden-üreten kaynakların arayışında olduklarından bahseder ve yukarıdaki kadim anlatıların, erkek cinsiyeti lehine kadınlar üzerindeki tahakkümde nasıl araçsallaştırıldıklarını gözler önüne serer. Bu çalışmada Mernissi’nin Haremden Kaçan Şehrazat eserinde ele alınan 1001 Gece Masalları’nın karakteri Şehrazat’ın nasıl toplumsal cinsiyet rolleri bağlamında İslami normatif tutumları yeniden üretmek adına araçsallaştırıldığı, Mernissi’nin argümanları üzerinden ele alınmıştır. 

Anahtar Kelimeler: Ortodoks İslam, anlatı, romantizm, sembolik şiddet, toplumsal cinsiyet

Kentleri nasıl bilirsiniz? İçinde doğup ilk aşkımızla tanıştığımız, ilk öpücüğe boğulduğumuz, ayrılıkları kaldırımlarında arşınladığımız, sıkı dostluklar edindiğimiz, sabaha muhtaç geceler geçirip, sabahında “ne geceydi be” diyerek eğlendiğimiz, bazen yalnızlığımızın kalburu geceler altında bizi sarıp sarmalayan, bazen ise bir virüs gibi bizleri dışarıya püskürtmeye çalışan bir beden… Bu tarafı işin insancıl kısmı. Gelin size kenti alımlamanın bir diğer tarafını göstereyim: Kentleri nasıl bilirsiniz? İçinde doğup sokaklarında yemek dilendiğimiz, yazları sıcağın verdiği kürk bunaltısını, kışları yetersiz ısının hüznünü taşıdığımız, çöplerinde birlikteliği yaşadığımız, ki bunlar bazen ölümcül kavgalara dönüşen birlikteliklerdir; insan artığı, insanlaşan bir beden…

...

Bu çalışma, Mihail Bulgakov’un Köpek Kalbi eserindeki posthümanist öğeleri ele alarak, insanın ve insan-olmayanın neliğine dair metin içi söylemleri değerlendirerek tartışmaya açmaktadır. Romandaki doktor Filipp Filippovich Preobrazhensky, ölü bir insanın bedeninden aldığı hipofiz bezini ve testisleri bir sokak köpeğine naklederek köpeğin, hızlı bir evrimsel süreç geçirerek insanlaşmasına tanık olmaktadır. Şarik adındaki sokak köpeği, önce Şarikov, sonra da Şarikov Bey olmaktadır, fakat Preobrazhensky’nin arzuladığı insan olma hali, hiç de sadece insanlaşmaktan ibaret değildir. İnsanlaşması için medenileşmesi de gerekmektedir. Şarik(ov), insanlaşmanın bedelini yeteri kadar insanlaşamamak üzerinden aldığı sert eleştirilerle öder. Romandaki karakterlerin söylemlerinin, posthümanist tartışmalarda önemli noktalara temas ettiğini görürüz. Beşeri kültür ile doğa kültürü arasındaki kartezyen yarılma, neyin beşeriyete, neyin doğaya içkin olduğu üzerinden sert bir biçimde kendisini romanda gösterir. Bunun yanı sıra, edebiyat alanının ürettiği söylemlerle toplumsal bir inşayı beslediği gerçeği de Bulgakov’un satır aralarına yerleştirdiği Sovyet rejimi karşıtı söylemleriyle bir kez daha tasdiklenmiş olur, çünkü Köpek Kalbi eseri 1925’te yazılmış olmasına rağmen 1987 yılına kadar Sovyetler Birliği’nde yasaklı olmasından dolayı yayınlanmamıştır. Bu çalışma, romandaki insan-insan olmayan ayrımını sorunsallaştırmakla birlikte, edebiyatın toplumsal anlamda inşacı rolünün önemine de vurgu yapar ve değerlendirmelerine hem romancıyı, hem romandaki karakterleri hem de okuyucuları dâhil eder.

Anahtar Kelimeler: İnsan-hayvan melezleşmesi, posthümanizm, insanmerkezcilik, Kartezyen düşünce, Sovyet edebiyatı. 

...

This study analyzes the posthumanist elements in Mikhail Bulgakov's The Heart of a Dog, evaluating and discussing the in-text discourses on the nature of the humanand the non-human. The doctor in the novel, Filipp Filippovich Preobrazhensky, transplants the pituitary gland and testicles from a dead human body into a stray dog and witnesses the dog's rapid evolutionary process and humanisation. The stray dog, named Sharik, first becomes Sharikov and then Mr Sharikov, but the state ofbeing human that Preobrazhensky desires is not at all just humanisation. In order to become human, he also needs to be civilized. Sharik(ov) pays the price of humani-sation with harsh criticism for not being humanized enough. The discourses of thecharacters in the novel touch upon important points in posthumanist debates. The Cartesian split between human culture and the culture of nature manifests itself harshly in the novel in terms of what is intrinsic to humanity and what is intrinsic tonature. In addition, the fact that the field of literature forge a social construction with the discourses it produces is once again confirmed by Bulgakov's anti-Soviet regime discourses placed between the lines, because although Dog's Heart waswritten in 1925, it was not published until 1987 due to its ban in the Soviet Union. This study, while problematising the distinction between human and non-humanthrough posthumanist elements in the novel, also emphasizes the importance ofthe socially constructive role of literature and includes both the novelist, the char-acters in the novel and the readers in its evaluations.

Keywords: Human-animal hybridisation, posthumanism, anthropocentrism, Carte-sian thought, Soviet literature.  

Beni bu yazıyı yazmaya iten birçok neden var. Hatta çevremdeki çeşitli siyasi ideolojileri sahiplenmiş insanlardan aldığım eleştirilerin artan yoğunluğunu düşününce, diyebilirim ki böyle bir yazının yazılması benim için zaruriydi. Bu zaruret karşısında, uzun bir süre yazımın üslubunu düşündüm. Hitap ettiğim kesimler tarafından hem taşa tutulmamaya, hem de zaten bildikleri şeyleri onlara tekrar ve tekrar dile getirerek sıkıcı olmamaya çalışacağım. Fakat sanıyorum bu ikisi de kimi okuyucularımda kaçınılmaz bir biçimde -belirli oranlarda- kendisini gösterecektir, çünkü vegan bir mücahit olarak, babasını öldüren Kral Oidipus'un kaderini paylaşıyorum. Tarih boyunca süregelmiş Marksizm, liberalizm, anarşizm, feminizm, ekolojizm gibi köklü ideolojiler, görece yeni ortaya çıkarak kendisine siyasi bir zemin yaratan vegan hareket karşısında otoriter konumlarını korumak için her tür babalığı yapmaktalar. Her ne kadar vegan hareket bu ideolojilerle bir uzlaşım noktası yaratma gayreti içinde olsa da eninde sonunda, babayı öldürmeden yola devam edemeyecektir. Babayı öldürüp, onu eşit bir ontolojik zemine taşımamız gerekiyor ki ancak o zaman uzlaşabilelim.  Yoksa diğer türlü, vegan hareketi, köklü ideolojilerin kapsamı içinde düşünerek “.... ideolojisine sahip olmadan vegan olmanın anlamı yok”, “vegansan …. ideolojisini de sahiplenmek gerekiyor”, “siz veganlar …. ideolojik mücadele alanlarını kaçırıyorsunuz” gibi yaklaşımlara meze etmek, vegan hareketi nereye çekersen oraya giden bir ideolojiden öteye götürmeyecektir. Bu yazımda, vegan hareketin neden diğer ideolojilerin kapsamı içine sokulamayacağını, şayet bir kapsama çabası içinde içindeysek de bunu ancak diğer ideolojileri vegan hareketin kapsamının içine alarak yapabileceğimizi tartışacağım. Amacım, diğer ideolojilerin gerek tarih boyunca gerekse günümüz koşullarında yapıp-ettiklerinin değerini göz ardı etmek değildir. Burada her tür köklü ideolojiyi hatmetmiş, temel metinlerini yalayıp-yutmuş bir bilmiş edasıyla durmuyorum, literatüre dair tüm acemiliğimle deneyimlerimden aşırdığım gözlemlerimle durduğumu belirtmem gerekiyor.

Her ideolojik oluşumun, diğer oluşumlarla kesişen veya farklılaşan tarafları var. Bu kesişmeler ve farklılıklar, değişip-dönüşen koşullara göre değişiklik gösterebilmektedir. Burada her ideolojinin kendi özgül bağlamı içinde diyakronik veya senkronik bir analizini yapmaya girişmeyeceğim. Bunun yerine, veganlığın kültür ve toplum kavramlarına yaklaşımı ile diğerlerinin yaklaşımlarını karşılaştırarak, çatışan noktaları işaret edeceğim. Böylece toplumsal olanı işaret ettiğimizde hangi türcü söylemlerin ön plana çıktığını ve veganlığın bunlara karşı hangi argümanları üretmeye çalıştığını anlatmaya çalışacağım.

...

There are many reasons that prompted me to write this article. In fact, considering the increasing intensity of the criticism I received from people around me who espouse various political ideologies, I can say that writing such an article was a necessity for me. In the face of this necessity, I thought for a long time about the style of my article. I will try not to be stoned by the people I am addressing and not to be boring by telling them again and again what they already know. But I think that both of these will inevitably manifest themselves - to some extent - in some of my readers, because as a vegan mujahid, I share the fate of King Oedipus who killed his father. Established ideologies such as Marxism, liberalism, anarchism, feminism, ecologism, etc., which have persisted throughout history, are doing all kinds of fatherly acts to maintain their authoritarian position against the vegan movement, which has emerged relatively recently and created a political ground for itself. Although the vegan movement endeavours to create a point of compromise with these ideologies, it will eventually not be able to move on without killing the father. We need to kill the father and move him to an equal ontological ground, only then can we reconcile.  Otherwise, considering the vegan movement within the scope of well-established ideologies and making it an appetiser for approaches such as ‘there is no point in being vegan without having the .... ideology’, ‘if you are vegan, you must also embrace the .... ideology’, ‘you vegans are missing .... ideological struggle areas’ will not take the vegan movement beyond an ideology that goes wherever you pull it. In this article, I will discuss why the vegan movement cannot be included within the scope of other ideologies, and if we are in an effort to include other ideologies, we can only do so by including other ideologies within the scope of the vegan movement. My aim is not to disregard the value of what other ideologies have done throughout history and in today's conditions. I do not stand here as a wise man who has mastered all kinds of well-established ideologies and devoured their basic texts, but rather with all my novice knowledge of the literature and the observations I have made from my experiences.

Every ideological formation has intersections or differences with other formations. These intersections and differences may vary according to changing and transforming conditions. Here, I will not attempt a diachronic or synchronic analysis of each ideology within its own specific context. Instead, I will compare veganism's approach to the concepts of culture and society with the approaches of others and point out the points of conflict. Thus, I will try to explain which speciesist discourses come to the fore when we point to the social and which arguments veganism tries to produce against them.

Çalışma, fotoğrafın temsil tartışmalarına yeni bir bakış açısı getirme çabasıyla insan-olmayan hayvanların fotoğrafik bir imge olarak kullanılmalarını, fotoğrafçı, fotoğrafı çekilen ve seyirci üçlüsü üzerinden temsil meselesini tartışmaktadır. Fotoğraf tartışmalarında görüleceği üzere, Platon’dan Susan Sontag’a kadar birçok düşünürde görme biçimlerimiz insanı merkeze alan bir biçimde formüle edilerek söylemleştirilmiştir. Özellikle şiddeti fotoğraflayan fotoğrafçılar üzerinden yürütülen “gerçekliği temsil etme” meselesinde insanın duygu durumlarının esas alındığını ve gerçeklikle kurulan bağın bu biçimde inşa edildiğini görürüz. Ölümle girişilen amansız mücadelede yaşama arzusunun objektife yansımaları, iyilik-kötülük probleminin sosyo-kültürel yapıya göre değişkenlik göstermesi, fotoğraf seyircisinin fotoğrafik imgeyi ahlaki normlarına göre alımlaması ve daha birçok mesele insanmerkezci bir taraftan tartışılagelmiştir. Çalışma, bu insanmerkezci anlayışı aşmaya çalışarak, gerçekliğe en yakın imgeler ürettiği söylenen fotoğrafçıların insan-olmayan faillerin şiddetle kurdukları ilişkileri ortaya serdiğini ve daha önemlisi fotoğraf anındaki bu faillerin acılarının insanmerkezci anlayışla silikleştirilmemesi gerektiğini iddia eder. İnsanın yapıp-ettikleri, içerisinde bulunduğu sosyo-kültürel yapıya dair güçlü göstergeler taşırken, insan-olmayan faillerin yapıp-ettiklerinin bu denli göz ardı edilmesi ve kültürden ayrıksı biçimde ele alınması, gerçeklikle kurulan ilişkide bir çeşit “hakikat bekçisi” olan fotoğrafçıların gerçekliği yansıtırken ne denli tarafsız oldukları konusunda şüphe uyandırıyor. Bu çalışma, hem fotoğrafı çekilen insan-olmayan aktörlerin failliklerinin gösterilmesi, hem de fotoğrafı çeken fotoğrafçıların ve seyircilerin türcülük bağlamında konumlarını tartışılması açısından önemlidir.

Anahtar Kelimeler: Fotoğraf, hayvan foto muhabirliği, temsil, insanmerkezcilik, görme rejimleri 

...

This study discusses the use of non-human animals as photographic images and the issue of representation through the triad of photographer, photographed and spectator to bring a new perspective to the representation debates of photography. From Plato to Susan Sontag, our ways of seeing have been formulated in a human-centered way. Especially in terms of "representing reality", the emotional states of human beings are taken as a basis by photographers. The reflections of the desire to live, the good-evil problem, and the photographic audience's reception of the photographic image according to their moral norms have been discussed from an anthropocentric perspective. This study attempts to overcome this anthropocentric view and argues that photographers who reveal the relations of non-human agents with violence should not be obscured by anthropocentric understanding. While the actions of human beings carry strong indicators of the socio-cultural structure, the actions of non-human agents are ignored and dealt with separately from culture, which raises doubts about the objectivity of impartial photographers, considered "gatekeepers of reality". This study both shows the agency of the photographed non-human actors and discusses the position of photographers and viewers in terms of speciesism.

Keywords: Photography, Animal Photojournalism, Representation, Anthropocentrism, Seeing regimes